31 Aralık 2009 Perşembe

YENİ YILDA YENİ HAYATLAR DİLERİM...



insanoğlunun bir türlü önüne geçemediği şeylerden biri Ölüm, diğeri ise Zamandır.Zaman her zamanki gibi hızla akıp gidiyor. Giderken bizlerden çok şeyler götürdüğü bir gerçek.Peki zamanı durdurmak elinizde olsaydı neler yapardınız, bir düşünün isterseniz.

Gözlerinizi bir saniyeliğine kapatıp geçmişi düşünün.Aklından neler geçti değil mi, Daha dün ne yapıyordunuz, nerdeydiniz, hangi durumdaydınız.

Kuşkusuz bu sorulara verdiğiniz cevaplar içerik olarak farklı olsa da değişmeyen tek gerçek var; geçip gitmiş olması. Ama bundan daha da önemli bir gerçek daha var ki; bu satırları okurken bile hala engel olamadığımız geçip giden zaman...

Bu yılda bitiyor ve yeni bir yıla saatler kaldı. Kuşkusuz gelecek yıla dair beklentilerimiz de her yıl olduğu gibi büyük umutlarla bizi karşılıyor. Sanırım hepimizin sığınak noktası oluyor yeni yıl.

Ama şunu hesaba katmıyoruz nedense, her geçen yılda bir önceki yıla göre yeniydi.Her geçen yıldan sonra yeni yıla bu beklentilerle girmiştiniz. Peki ne değişti, Yada ne değişmedi. Değişen ise takvimdeki yılların sayısı. Değişmeyen ise Sizsiniz, düşünceleriniz.

Her yeni yıla yeni beklentiler içerisinde giren, ama düşüncelerinizi ve hayata bakış açısını değiştirmediğiniz için çok geçmeden yeni yılı da eskiten yine sizsiniz.

Yeni yıl yeni hayat getirir mi, Yoksa yeni bir hayatı yeni yılda siz mi kurarsınız.
Eğer yeni bir hayata kararlıysanız bu içinizden gelmeli ve sonuçlarına katlanarak sonuca gitmek için çalışmalısınız.

Sonuçta kimse sizin için yeni bir hayat kurmayacaktır. Yeni yılda yaşamak istediğiniz hayatla, eski yeni yıllarınızdaki yaşadığınız hayat arasında büyük uçurumlar varsa bunu daha çok düşünmelisiniz.

Yoksa rüzgarlarda sürüklenen bir çalı parçası misali gibi oluverir hayatınızda...

Hayatınızı ve hayata bakış açınızı değiştirmek için yeni yılı beklemeyin. Hemen karar verin ve harekete geçin. Yarın, sizin için yeni bir hayata başlangıç olması dileklerimle Yeni yılınız ve yeni hayatınız kutlu olsun...

30 Aralık 2009 Çarşamba

HANGİ ŞIKKI ŞEÇERDİNİZ?

Bugün gökyüzü kara bulutlarla dolu ve bulutların gözyaşları gökten yere doğru iniyor. Karamsarlık insanın içini kaplıyor ama ben seviyorum yağmurlu ve kasvetli havaları. benim tercihim tabi bu
Kış yüzünü göstermeye başladı havalar soğudu ve üşümeler başladı, sıkı sıkı giyinmeler ve sıcak bir ortam aramalar... Evde Ya da işte pencereden dışarıya bakarız bir koşuşturma etrafta ve elimizde bir bardak çay yudumlarken uzaklara dalar gideriz hiç farketmeden zamanda bir yolculuk yaparız.
insan bu havalarda kendisiyle yüzleşir ve kabuğuna çekilir, uzaklara gider. Geçmişine Ya da geleceği için planlar düşünür. Aslında her zaman böle değilmi yaşamak için geçmişten gelecek için ders almasmıyız. Benim sözümdür :)

Hayatımız test şıklarından ibarettir, iki secenekli bir test bu şıkların hangisini işaretlemek ise sizin elinizde..
Ben her sabah uyanışlarımda bir seçim yapmaya çalışırım. İki şıkkım vardır.
günüm iyi gececek Ya da kötü geçeçek diye
ben her zaman iyi geçecek umuduylar evden çıkarım.
Ama tabi nerden bileceksiniz ki iyi Ya da kötü geçegini ama güne güzel başlamak hakketen çok güzel bir duygu.

kötü geçse bile olaylardan en az sıkıntıyla atlabilmekte bizim elimizde..kolaymı bunları yapabilmek değil elbet ama herkese göre de göreceli bir davranış.yapabiliriz.

Hayat seçimlerden ibarettir diye düşünürüm. her zaman her durumda bir seçim yaparsınız nasıl davranacağımızı seçeriz. Ya iyi Ya da kötü olanı şeçeriz yani hayatını nasıl yaşıyacağınızı ve akışını her zaman biz belirleriz.

Hergun hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız oldunu ve herşeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu unutmayınız...

Hayır biz evliyiz...

Ben mi başka boyuttayım yoksa diğer insanlarmı. Bilmiyorum.
Benim yaşamımda büyük değerlere sahip iyi kelime sevgili ve evlilik.
Ben mi tezata düşüyorum yoksa.Anlamıyorum.
Bu iki kelime, yani hayatımızın yapı taşlarından. Haklarında bir çok şeyler konuşulur, düşünülür, anlatılır ve çiziler.
Benim değinmek isteğim nokta ise geçenlerde yaşadığım kısa bir diyologu sizlerle paylaşmak.
İşyerindeyim.
Benim ufak bir hazır giyim dükkanım var.
Günlerden... hatırlıyamıyorum ama sanırım hafta sonuydu.
Güler yüzlü, birbirlerine sevgi dolu bir çift geldi.
Merhaba diyerek içeriye girdiler birbirlerine bişeyler bakınmaya başladılar.
Tabi kısa bir sohbet ettikten sonra ben bu çifte bir soru yönelttim.
Sevgilimisiniz? diye.
Gerçi hiç tanımadığınız bir insanlara bu soruyu yönetmekte zor tabi
ama o günkü samimi kısa sohbet sanırım beni bu soruyu sorma cesaretine itti.
Karşılık cevap ve sert bir dille
hayır Evliyiz.
Bende soru işaretleri kaldı beynimde.
Onlarla konuşma zamanımız olmadı başka müşteriler gelince öyle kaldı.
Ve güzel bir iyi günler dilekleriyle iş yerimden ayrıldılar.
Ama benim aklımda düşünceler devam etti.
Evli olunca, bir insan
eşi ile sevgili olmuyormu?
Sevgililik ayrı evlilik ayrımı yoksa anlam veremedim.
Ama ben eşimle hem sevgiliyiz ve hem de evliyiz.
Bana şöyle cevap vermesini dilerdim
Evet sevgiliyiz ama evliyizde.
Toplumumuz sevgili ve evliliği çok farklı görüyor.
Evlenince sevgililik bitiyormu.
Sanırım ben farklıyım, yazımın ilk başında değim gibi başka boyuttayım...

ELEŞTİRİ VE ELEŞTİRİYE NE KADAR AÇIĞIZ ?

Merhaba diyerek başlamak istiyorum yazıma uzun zamandan beri yazmıyordum yazmama sebeb olan şey ise geçenlere okuğudum bir yazıydı ve beni etkiledi, eleştiri hakkındaydı bu yazı.

Evet eleştiri ve eleştiriye ne kadar açıkız tartışılır ve bu konuda ben neredeyim onuda bilmiyorum, herkes gibi benimde çok eksiklerim var.

Eleştiri yapmak bir sanattır, derler peki bu sanatı kendimizde nasıl kullanıyoruz orasıda meçhul. Zaten eleştiren ve eleştiriye açık bir toplum olmadığımıza göre pekte önemi yok. Eleştiri denilince millet olarak hep olumsuz eleştiriyi algılarız. Oysa eleştiri, neresinden bakılırsa bakılsın, olumlu ve olumsuz, her ikisinide de içinde barındırır. Eleştirmek Ya da eleştiriye açık olabilme felsefesi henüz bireylerde oturmadığına ve gelişmediğine inanıyorum. Belki teorik olarak kabul ediliyor; ama fiiliyatta bunu yapabilen pek yok.varsa bile bana denk gelmedi hiç...

Toplumumuzda insan ilişkilerindeki kavgalarının temelinde bile, eleştirmeyi bilememek, düşünülen ve anlatılmak istenen sözleri doğru seçip ifade edememekteyiz. Tartışmadan sonra genelde pişmanlık duyarız, ancak iş işten geçmiştir. Kavgaların belki de önemli bir bölümü, kişiler birbirine yönelttikleri eleştirilerde olumsuz eleştiri sınırlarını zorladıkları için çıkmaktadır. Oysa eleştiren kişi, neyi, ne kadar, nasıl eleştireceğini, olayları olumlu ve olumsuz bütün yönleriyle irdeleyerek eleştiri sınırlarını da bilerek eleştirilerini yöneltse, eleştirilen kişi de soğukkanlı ve hoşgörüyle bakarak cevap hakkını kullanarak savunsa ve gerekçelerini anlatsa, hem eleştiriler kimseyi incitmez, hem de eleştirilerle daha iyiye ve daha doğruya ulaşılması kolaylaşır.

Toplum olarak olumlu eleştirileri güzel sözlerle süslemeyi bilmediğimiz gibi, olumsuz eleştirilerimizin dozunu ayarlamayı da bilmemekteyiz. Sözlerimizde sınırlarımızın olmayışı, özgürlüğümüzü değil, bilgisizliğimizi ve okumaya, öğrenmeye karşı duyduğumuz ilgisizliğimizi göstermektedir.

Aynı ilgisizlik; çevremizde olup bitenlere karşı olan duyarsızlığımızın da simgesi olmuştur.

Geçenlerde okuduğum yazıda özet itibarıyle konuyu pekiştirmek isterim;
tanınmış bir ressam kariyerinin doruğunda ve yetiştirmekte olduğu birde öğrencisi var öğrentici aldığı eğitimini bitirip son resmini ustasına götürüp ondan resmini değerlendirmesini istemiş.

Sen artık ressam sayılırsın... artık senin resmini halk değerlendirecek. diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş.Yanına da kirmizi bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.

Ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor... Çok üzülmüs tabii. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki.. Alıp resmi götürmüş ustasına ve ne kadar üzgün oldugunu belirtmiş.

Üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş. yeniden yapmış resmi ve ustasına götürmüş. Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş. Ama bu defa yanına bir palet dolusu çesitli renklerde yaglı boya, birkaç fırça ile birlikte... Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş.

Birkaç gün sonra gittigi meydanda görmüs ki resmine hiç dokunulmamış, firçalar da, boyalar da kullanılmamış... Çok sevinmiş ve koşarak ustasının yanına gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış..
resam demişki...
Sevgili öğrencim, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri yağmuru ile karşılaşabileceğini gördün...
Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı...
Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin... yapıcı olmak eğitim gerektirir... Hiç kimse bilmedigi bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi... Mesleginde usta olman yetmez, bilge de olmalısın.. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın... Onlara göre senin emeğinin hiç bir değeri yoktur...
Sakin emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartişma...

SANATSAL EĞİTİM

u8477711
Günümüzde resim sanatının yozlaşmış yaşantıların arasında eriyip bittiğinden çoğumuzun haberi yok. Beklentileri olmayan toplumun sanat süreci bitmek üzere demektir. Sanatı olmayan toplumunda sevgili ulu önder Atatürk’ün deyimiyle hayat damarı kopmuş demektir. Siyasi karışıklıkların topluma, özellikle de genç kitleye önemli zararları dokunmaktadır. Örneğin okullarda resim, müzik gibi derslere ağırlık verilmemesi çocukların ve gençlerin yaratıcılıklarını köreltmektedir. Evet herkes ressam ya da müzisyen olmayacak fakat yaratıcı bir beyine sahip olmayan insan tarihte kalmış küflü kuralları uygulamaya mahkumdur. Yeni bir şeyler üretemeyen verimsiz genç nüfusun çoğunlukta olduğu bir ülkede, her şey yerinde sayıklar. Hatta geriye doğru ilerler… Bu genç beyinleri, bu inanılmaz enerjiyi iyi yönde kullanabilmek için öncelikle insan karakterinin eksikliklerini tamamlayan, yaratıcı düşünceyi geliştiren ve üretimi hızlandıran bir şeye ihtiyaç vardır… O da sanattır ve sanatsal eğitimdir.

Gelişmek için değişmek zorundayız.

kfiupl9tm5me11
Dursunbey de, önümüzdeki 5 yılda, geçmiş yıllardakinden daha fazla bir değişim ve gelişim yaşamak zorunda. Artık yerimizde saymak istemiyorum ben bir Dursunbey genci olarak bir an önce değişim rüzgârları esmesini diliyorum.
Dinozor - mamut gibi çok güçlülerin değil, intibak ( uyum sağlama ) kabiliyetine sahip olanların nesillerini devam ettirebildiğini dünya tarihi bize gösteriyor. Değişime intibak edemeyenler dünya sahnesinde artık yok... Güzel Dursunbeyimin geri adımlar atmasını değil ilerlemesini görmek istiyorum.
Einstein karşı karşıya kaldığımız önemli sorunlar, onları var ettiğimiz andaki zihin seviyemiz ile çözülemez’’diyor. Yani, sorun var ettiğimiz andaki kafamız ile çözüm aradığımız andaki kafamız aynı ise, boşuna uğraşıyoruzdur. Yöneticilere bu sözü akılarının bir köşesine yazmalarını diliyorum.
Başta ki yöneticiler Dursunbey için değişim ve gelişim moduna girsinler. Seçimler bitti kazanan belli kaybedenler belli oldu tamam kaybetmek çok acı olsada yine muhalifliğinizi yapmaları lazım bence diğer siyasi partililer seçim sonrasında küsülmemeleri lazım…
Ümidi olmayanın hedefi olmaz, Hedefi olmayanın planı- programı olmaz. O zaman da gayreti olmaz. İnsanın bu günkü gücünün kaynağı, geleceğe yönelik ümididir… Ümitsiz insanın kafasında, geleceğe ait net bir fotoğraf yer almaz… Sistem kuramaz, emaneti ehline teslim etmek, kabiliyetli insanı yükselten bir sistem tesis etmek, etkili ve sürekli bir kontrol mekanizması yapılandırmak. Sistemi saydamlaştırmak, insanları motive etmek, farklılıklardan Sinerji var etmek lazım. Tabi her şeyi yönetenlerden değil de toplum olarak ta bir şeyler yapmak için çapa göstermek lazım ama bu çabayı ben güzel Dursunbeyimin güzel insanlarında göremiyorum.
Geleceğe dair ümidini kaybedenlere Mehmet Akif şöyle sesleniyor.
Atiyi (geleceği) karanlık görerek azmi bırakmak.
Alçakça bir ölüm varsa. eminim budur ancak.’’
Demek Yaratıcısına samimi ve gerçek manada inanan bir insan için en olumsuz şartlarda bile ümitsizlik olamaz. Ümit dolu bir insan aktiftir, enerji doludur. Bedenini ve beynini sürekli güç ve enerji üretecek şekilde beslediği müddetçe değişim yolunda ilk adımı atmıştır. Dursunbey ve kendim için ümit doluyum. Ümitsizliğe kapılmadan Dursunbeyin gelişeceğinden eminim. Geç olacak ama bir gün olacak bu değişim, refaha çıkacak…
Fakat değişim yolunda ümit dolu olmak yeterli değildir.
C.Allen bir yazısında şöyle diyor.’’ İnsan, insana kendini adadıkça insandır. Bir balıkçı dostum, bana tuttuğu yengeçleri içine koyduğu sepetin kapağı olmasına gerek olmadığını söylemişti. Yengeçlerden biri yukarı tırmanmaya başlarsa, ikinci bir yengeç onun arkasından tırmanır ve onu aşağı doğru çeker. Bazı insanlar da yengeçler gibidir.’’ Artık yengeçlere benzeyen insanları görmek istemiyorum herkes beynindeki bazı tabuları yıkmalı diyorum… Zor olur kalıplaşmış beyinleri değiştirmek ama olsun yinede değişeceğini düşünmek bile güzel.          
Üstünlük meylini taşıyan bencil insanlar kısa vadeli çıkarlar peşinde koşup, topluma uzun vadeli zararlar verir. Bu yüzden iş birlikleri başarısız veya etkisiz olmakta, ortaklıklar yürümemekte. Sinerji oluşturamayan birlikteliklerin gelişmeleri sınırlanmaktadır. Siyaseti kullanarak Rant haline getirenler yada kendi çıkarları için bazı bencil insanların istekleri için toplumun refahın, huzurunu ve ileriki yıllar için sorunlar teşkil edenler var günümüzde bence onlara toplum olarak tepkimizi göstermemizin zamanı geldi diyorum ama diyeceksiniz içinizden yazması kolay tepki göstermesi zor haklısınız ama gün gelecek bunları da aşıcağız.     
Ümit dolu olarak, tevazu ile hedefleri doğrultusunda yola çıkan pek çok insana karar ve eylemlerinde aceleci davranmak ciddi bedeller ödetmektedir. Önceden düşünmeden harekete geçenler, sonrasında kara kara düşünmek zorunda kalmaktadır. Belediyenin bence yapacağı projelerde çok temkinli başarılı bir şekilde analizler ederek toplumun yararına uygunluğunu şehrin gelişimine uygun, acelecilikle değil emin hızlı ve sağlam bir şekilde kararlar alması lazım bu kararları da bence hemen icraata koymalı diyorum. Hadi Dursunbey belediyesi kendi sloganınla sen Dursunbeysin büyük düşün artık bu sloganın boş bir vaat olmadığını bize kanıtlamak seninde boynunun borcu…
Mümin Sekman’’Türk usulü başarı’’ kitabında şöyle demektedir.
“Avrupalılar önce düşünür, sonra yapar, bu nedenle sürekli ilerler. Afrikalılar önce yapar, sonra düşünür. Bu nedenle sürekli gerilerler. Türkler ise yaparken düşünürler. Bu nedenle ne ilerler, nede gerilerler. Sürekli oldukları yerde dönerler.” Bu duruma düşmemek için bence çok iyi çalışman lazım Dursunbey belediyesi.                                 
Mevcudu yeterli görmek tembelliktir.
Bir bina yapılırken mühendislik eğitimi şart koşulmasına rağmen, işletmelerimizde, sivil toplum kuruluşlarında, ülke yönetiminde önemli karar noktalarında olan insanların sorumluluk duygusu ile gerekli eğitimlerle kendini yenilememesinin adı tembelliktir. Binanın yüksekliği ile temellerinin sağlamlığı doğru orantılı olmak zorundadır. Sorumluluklar, arttıkça eğitim seviyemizi arttırmıyorsak veya bu eğitimi almış insanlardan faydalanamıyorsak yine yerinde saymalar başlar bana göre.
Bir iş yerindeki panoda şu cümle yer alıyordu.
.”Mensup olduğun topluma verebileceğin bir hizmet,
 Yapabileceğin bir katkı var ise
Ve sen bunu yapmıyorsan;
 Ya tembelsin
 Ya bencilsin,
 Ya da korkaksın”
Gelişmek için değişmek zorundayız.
Dün millet olarak, devlet olarak, maddi gücümüzle yukarıdaydık, bugün aşağıdayız. Hakikati gösteren tarih şahittir ki, geçmişte yapabildiğimiz gibi, milletçe en yukarılarda olmamız mümkündür... Geçmişte bunu gerçekleştirebilen bir millet, gelecekte de gerçekleştirebilir.
Düşman dışarıda değildir. Sanırım İşletme derslerinde yer alan bir konu, çizgi film kahramanı pogodan bir alıntı vardır. Pogo elinde silahı ile düşmanını bulmak için odaya girdiğinde boy aynasında elinde silahı ile kendini görür ve arkadaşlarına seslenir.’Tamam, düşmanı bulduk, düşman biziz.
Milletçe, ümidimizle dağlar aşılacak, tevazuumuzla kapalı kapılar açılacak, sabrımızla koruk, helva olacak, akıllardan istifade ettikçe kördüğümler çözülecek, sorumluluklarımızın farkında olarak, haddimizi bilerek çıkacağımız yolda aydınlık yarınlar, Güzel Dursunbeyimin olacaktır.

EĞİTİM

Öncelikle öğretmenlik görevini icraat eden ve kendilerini bu misyonu benimseyen öğretmenlerimi bu yolda göstermiş olduğu çabalardan dolayı kutlar mesleki yaşamlarında yetiştirdiği öğrencilerin bir yerlere gelmesini isterim ve öğrencilerin, öğrencilik zaman sürecinde göstermiş olduğu çapaları başarılarla sonuçlanmasını diliyorum.
Ama Dursunbey de bu başarıları yakalaya bilen öğrencilerin sayıları çok az. Bence ya öğretmenlerimiz misyonlarında değişiyorlar yada öğrenciler bu işin bilincinde değiller. Geçenlerde sömestr tatili girdi ve birçok öğrencinin karneler inine bakma ve sorma imkânım oldu. Gördüğüm kadarıyla içler acıcı bir durum yok, hemen hemen hangi öğrenciye sorsan karne nasıl dediğimde 1-2 zayıf var diyorlar hangi ders diye sorduğumda ise hepiniz bilirsiniz ilk sıraları hangi dersin geleceğini, tabi ki de matematik dersi. Yanındakine soruyorum senin hangi ders matematik diye cevaplıyor ve ardından dedikleri cevap ise zaten sınıfın yarısından fazlası zayıf abi diye karşılık veriyorlar. Bence bir öğrencinin güzel başarılara imza atabilmesi için ilk önce matematik dersini çok iyi bilmesi lazım. Benim öğrencilik hayatımda da ve şimdiki öğrencilerin hala hayatında beyinlerinin bir köşesinde nereden çıkıyorsa bu kelimeler matematik dersi hayatımızda ne işe yarayacak ki! Ya hala bu kelimelerle yetişiyoruz ve kulaktan dolma laflarla biz bu engelleri aşamayız açıkçası... Bide çok dikkatimi çeken ilginç yanlarda var bir öğrencinin 1tane zayıf neyse 2 zayıf neyse diye cem ama 6 – 7 zayıf getiren öğrencilerde var ve hayretler içerisindeyim. Ya şöyle düşünüp baktığımda çok yazık sabah saatlerinde kalkıyor ailesi ona kahvaltı hazırlıyor ve erken saatlerde okulun yolunu tutuyor ve kendilerine hiç mi acımıyorlar yazık günah yani hadi kendilerini boş verelimde hiç mi ailelerini düşünmez bu öğrenciler. Bir anne – babanın çocuklarından tek isteği okullarında başarılı olmaları başka bir şey istemiyorlar, ama dengeler nerde bozulmuş bilmiyorum…
DURSUNBEYDE EĞİTİM VE ÖĞRETİM REFORMU GERÇEKLEŞMESİ LAZIM
Gençlerimizin ahlaki çöküntülerine meyil vermemek için eğitim şart ilk önce eğitim ailede sonra ilköğretim de başlar alt yapı ne kadar güzel olursa bence bilinçli bir toplum oluruz. Aileler çocuklarının takipçisi öğrenmenler veri kaynağı olmalıdır. Toplum olarak ta bizde destek vermeliğiz.
Aslında o kadar çok konu var ki eğitim hakkında sadece yüzeysel anlattım belki ileriki zamanlarda tekrardan düşüncelerimi yazılara ifade edebilirim…

DURSUNBEY KABUGUNU KIRMA ZAMANI GELDİ

Şu günümüz Türkiyesinde Dursunbey nerde acaba soralım kendimize ben şahsen Dursunbey’in hiç iyi bir konumda oldunu düşünmüyorum…
Batının doğusu en ücra köşesi aslında, Türkiye şartlarında  doğuya yardım çok giderken neden bizim memleketimiz bu olanaklardan yararlanamıyor bilmiyorum.
Artık bilinçli bir toplum olma zamanımız geldi. Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın devirleri geçti geride kaldı bu düşünceler.
Neden kendimizi ifade edemiyoruz? Acaba hiç araştırdınızmı kendinizce, hiç kimse bu soruyu sormuyor kendisine….
Artık bişeyler yapma dönemi sesinizi duyurmanın tam zamanı artık.
Dursunbeydeki yönetim ve yöneticiliğin değişmesi lazım. Buda bizim bilinçli toplum olarak olabilir ancak.
Yönetimi ve yöneticiliği sadece belediye olarak düşünmeyin, sivil toplum örgütleri de var memleketimizde, bunlarıda düşünün lütfen, mevcut kuruluşların Dursunbey için çalıştıklarını zandetmiyorum bazı menfaatler doğrultusunda bişeyler oluyor işte yansıyan bişey varmı yok. Ama biz hala böyle davranarak bişey oluyormuş gibi davranıyorsak yanılırız, yapılmakta ve düşünme aşamasındaki bir projelere ne kadar duyarlı oluyoruz ki ;
Biz toplum olarak bazı şeyleri arama sorumlulugumuz yok biliyorum herkes kendince bişeyler konuşuyor ama sadece konuşmakala kalıyoruz yani beynimizin yapmak istediği ile ağzımızdan çıkan kelimelerin hiç biri birbirine uymuyor böylelikle ne oluyor yerimizde sayıyormuşuk gibi geliyor. Sağduyumuz memleket olarak hiç gelişmemiş öle bir nitelik kazanmamışık böle gelmiş böle gitsin anlayışı ile biz bir yerlere gelemeyiz.
Duyarlı ve bilinçli bir bir toplum olalım lütfen yapılan işlerin sizin ve Dursunbey için faydalı olacağını düşündüğünüz işler olmasına dikkat edelim. Bakınız önümüzde seçimler var en kısa örnek başka sivil kuruluşlarda olabilir sececeğiniz başkanı bilinçli olarak seçin Dursunbey ve toplum için faydalı olacağını düşündüğünüz kişilere veriniz… Ama verdiğiniz oyun arkasında durunuz lütfen ve oya karşılık hakkınızı arayınız bizim tepki gösterme yeteneğimizi körelleştirmişler, gözümüzü açalım artık bence çok geç kaldık artık bu geç kalmışlığımızı bir an önce kapatmaya çalışalım bilinçli ve duyarlı bir toplum olma zamanı geldi de geçiyor bile KABUĞUNUZU KIRIN ARTIK….

23 NİSAN’LARI SEVERDİM, SEVEMEK İSTERDİM AMA İZİN VERMEZLERDİ…

Küçücüktüm oyunlar oynadım. Büyüdüm iş hayatına atıldım. Evlendim. Çoluk çocuğa karıştım. Aradan uzun zamanlar geçti. Dünya değişti, insanlar değişti. Cep telefonu çıktı. Bilgisayar yaygınlaştı. İnternet gelişti. Teknolojik bir çağ oldu. Türkiye artık eski Türkiye değil deniliyor. Külliyen yalan çoğu bakımdan tıpkısının aynısı. Bazı alanlarda zaman durmuş gibi. Örnek mi? Buyurun o zaman 23 Nisan'a. Yani 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'na. Hafızanızı bir yoklayın. Eğer yaşınız uygunsa, hatta 20 yıl öncesini düşünün.
23 Nisan’ları severdim, sevmek isterdim ama izin vermezlerdi, 23 Nisan ulusal egemenlik ve çocuk Bayramı, açık değil mi isminden de anlaşılacağı gibi çocuklar için bir bayram. Çocukların bugün de koşup oynaması eğlenmesi gerekmez mi. ama bizim resmi törenlere olan merakımız ve anlamsız ciddiyetimiz bu bayramı da el kadar çocuklara zehir ediyor. Her yerde öyle midir yoksa hala öyle midir bilemiyorum, ama benim çocukluğumda 23 Nisan neydi nasıldı anlatayım. Sınıflar halinde sıraya sokulursunuz, etrafınızda hocalar sürekli sizi azarlarlar sağ-sol-sağ-sol hizaya gir, düzeni bozma, yerine geç kendi aranızda konuşmayın, ondan sonra tören alanına gidersiniz, muhtemelen pek bir anlam veremediğiniz konuşmaları tören alanında güneşin altında yana yana dinlemek zorunda kalırsınız, yerinizden su içmeye bile gitmek isteseniz bile öğretmenlerin höyttt geç yerine yaptırımlarıyla karşılaşırsınız ve daha bir çok şey ve buna çocuk bayramı derler, bence daha eğlenceli olabilirdi, güneş altında koca koca adamları dinlemekten daha iyi bir şeyler olabilirdi…
Ne değişti? Ben size gözlemimi söyleyeyim: Hiiiiiç. Kutlamalar yine aynı. Sıkıcı törenler. Klişeleşmiş şiirler. Güneş altında saatlerce bekleyen minik çocuklar. Üstelik de çocukların yarısından fazlası törene bile gelmemiş. Ortada bir avuç çocuk ve ailesi var. Onlar da "Tören bir an önce bitse de gitsek" diye bakıyorlar. Yasak savma kabilinden yani. İki şiir okundu, bir nutuk atıldı, oldu bitti. Aslında velilere de hak vermiyor değilim. Her yıl aynı şey. Ruhsuz ve heyecansız gösteriler. Gidip de ne görecek ki? Oysa 23 Nisan belki de en anlamlı milli bayramlarımızdan biri. Çocuk Bayramı. Böyle bir bayram dünyada hiç yok. Böyle bir anlamlı günü Atatürk'ten önce kimse düşünememiş. Biz bunu tüm dünya çocuklarının bayramı yapmak yerine, giderek içini boşaltmışız. İsterdim ki, nasıl Kadınlar Günü, Anneler Günü, Sevgililer Günü var, bir de dünyada çocuklar günü olsun. Her yıl kutlansın. Bu günü de Türkiye tüm dünyaya hediye etmiş olsun. Kim uğraşacak böyle şeylerle. Bunları hatırladıkça her 23 Nisan'a içim acır. Her şeye rağmen böyle bir bayramımız olduğu için yine de gurur duyuyorum. Atatürk'e bugün ulusça yeniden teşekkür ediyorum.

TARİHTEKİ KAHRAMAN 120 KÜÇÜK ASKER

Hiç bilmediğimiz tarihimizden bir kesit sunan 120 isimli filmi herkesin bakmasını isterim ve o bakan gözlerden yaşların süzülmemisi mumkün değil… kim biliyor ki tarihimizin bu kadar şanlı ve görkemli bir geçmişimizin olduğunu sadece kelimelerle ifade edebiliyoruz oysa ki bilmediğimiz ne değerler var geçmişimizde… Hiç gözlerini yummadan düşünmeden canlarını vatan uğruna veren ecdatların torunlarıyız biz eğer bu topraklarda yaşıyorsak onların sayesinde. İçinizden okurken diyeceksiniz biliyoruz tarihimizi, ama ne kadarını…. Ben bu kahrmanlık hikayesini izlediğimde gözyaşlarımı tutamadım. Tarihimdeki o çoşkuları andıkça, dinledikçe ve izledikçe gözümden akan yaşlar ve ürperin tüylerim normal dir. Çünkü Türküm. Kim unutabilirki bu büyük tarihimizi ama aksatıyoruz bence tarihimize sahip çıkalım ve kendimizi bu duygularla yetiştirelim….

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE………

KINALI ALİ

Üst teğmen Faruk cepheye yeni gelen askerleri kontrol ediyor bir taraftan da onlarla laflıyordu nerelisin gibi sorular soruyordu. Bir ara saçının ortası sararmış bir çocuk gördü. Merakla
'adın ne senin evladım' der. Çocuk
'Ali' diye cevap verir.
Nerelisin? der. Ali
Tokat Zile’denim der.
Peki evladım bu kafanın hali ne?' Ali
'anam cepheye gelirken kına yaktı komutanım der.
Neden? der komutan. Ali
'bilmiyorum komutanım' der:
Peki gidebilirsin Kınalı Ali' der. O günden sonra herkes ona Kınalı Ali der. Herkes kafasındaki kınayla dalga geçer. Kısa surede cana yakın ve cesur tavırlarıyla tüm arkadaşlarının sevgisini kazanır. Bir gün ailesine mektup yazmak ister. Ali'nin okuma yazması da yoktur arkadaşlarından yardim ister ve hep beraber başlarlar yazmaya. Ali söyler arkadaşları yazar
'sevgili anne babacım ellerinizden öperim ben burada çok iyiyim beni merak etmeyin' diye başlar. Kız kardeşini kendinden bir küçük erkek kardeşini sorar köyündekilerin burnunda tüttüğünü yazdırır. Kendilerini merak etmemesini kendileri var oldukça düşmanın bir adim bile ilerleyemeyeceğini yazdırır.

Gururla mektubu bitirir neden sonra aklına gelir ve yazının sonuna anasına NOT düşer: Alinin kendisinden hemen sonra askere gelecek bir kardeşi daha vardır. 'Anacağım kafama kına yaktın burada komutanlarım ve arkadaşlarım benle hep dalga geçtiler sakin kardeşim Ahmet'e de yakma onla da dalga geçmesinler der ellerinden öptüm' diye bitirir. Aradan zaman geçer. İngilizler kati netice almak için tüm güçleriyle Gelibolu'ya yüklenirler.
Bu cepheyi savunan erlerimiz teker teker şehit düşmüşlerdi.

Bunlara takviye olarak giden yedek kuvvetlerde yeterli olmamış onların sayıları  da epey azalmıştı Gelibolu düşmek üzereydi kınalı alinin  komutanı da olayı görüp yerinde duramıyordu. Kendisinin bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildi. Onlar yeni gelmişti onları insan bedeninin sungu ve mermilerle orak gibi biçildiği bu yere dua ediyordu.Komutanların bu düşünceli hali gören ve durumun vahametini bilen Kınalı Ali ve arkadaşları komutanlarına yalvar yakar oraya gitmek istediklerini söylerler. Komutanları onları ölüme gönderdiğini bile bile çaresiz gönderir.

Kınalı Ali'nin bölüğünden kimse sağ kalmaz hepsi şehit olmuştur. Aradan zaman geçer. Kınalı Ali'nin ailesine yazdığı mektubun cevabi gelir. komutanları buruk ve gözleri dolu dolu mektubu açıp okumaya karar verirler.
(bu mektubun asli Çanakkale müzesinde sergilenmektedir)

Babası anlatır. Ali' nin. 'oğlum Ali nasılsın iyi misin gözlerinden öperim selam ederim dedikten sonra öküzü sattık paranın yarısını sana yarısını da cepheye gidecek kardeşine veriyoruz simdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum zaten artık zahireye de fazla ihtiyacımız olmadığı için yorulmuyorum da siz sakin bizi merak etmeyin bizi düşünmeyin der koyu akrabalarını anlatır ve mektubu bitirir ali ananın da sana diyeceği bir şey var' Anasını anlatır: ' oğlum ali yazmışsın ki kafamdaki kınayla dalga geçtiler kardeşime de yakma demişsin kardeşine de yaktım komutanlarına ve arkadaşlarına söyle senle dalga geçmesinler bizde 3 şeye kına yakarlar
1- gelinlik kıza,  gitsin ailesine çocuklarına kurban olsun diye
2- kurbanlık koça, ALLAHA kurban olsun diye
3- askere giden yiğitlerimize, vatana kurban olsun diye.....
gözlerinden öper selam ederim ALLAHA emanet olun'

Mektubu okuyan Alinin komutanı ve diğerleri hıçkıra hıçkıra ağlamaktadırlar...

TÜRKÜ DÜNYAYA TANITAN BÜYÜK DESTAN, ÇANAKKALE DESTANI

Yüz yılımızın en önemli savaşlarından birisi olan Çanakkale Savaşı Türkü dünyaya tanıtan, İsmini duyduğumuzda tüylerimizi diken diken eden bir destan. Çanakkale destanını Anlatmak için binlerce şiirin ve makalenin yazıldığı, destanların ve şarkıların söylendiği, uğruna adı bilinen 300.000 şehit verildiği şanlı bir tarih. Birden duraksadım. Şanlı bir tarihi bir tek mısra ya sığdıran onca başarılı şairin ve yazarın kelimelerinin yanında; Çanakkale destanını tam anlamıyla bilmeyen birisi olarak ben ne yazabilirim korkusu sardı benliğimi. Bu güne kadar öyle şeyler yazılmış, öyle kelimeler seçilmişti ki; yazılan her cümle yüreğimizi sızlatmıştır. Büyük yazar ve şairlerimiz konuya öyle güzel yaklaşmışlardı ki sanki geriye yazılacak kelime kalmamıştı. Yüzeysel Tarih okumanın dışında çok büyük bilgilere sahip olamamak beni ürküttü. Yazılacak o kadar çok şey var ki anlatılması mümkün değil ama yapılması mümkün olan sadece tarihimize sahip çıkalım ve Çanakkale’yi destanını elimizden geldiğince öğrenmeye çalışalım. Ecdadımız onca yıl geçmesine rağmen kendisini unutuşumuza rağmen bizlere küsmemiştir. Unutmadık unutmayacağız da. Çanakkale Zaferi, hepimizin göğsünde bir şeref madalyasıdır. Bir madalyayı hak etmekten daha zor olan onu lâyıkıyla taşımaktır. Mesuliyet büyük, bu yük çok ağırdır. Çanakkale de ecdadımız üzerlerine düşeni fazlasıyla yaptılar; hep birlikte ölüme gülerek gittiler. Bu gün; çalışkanlıklarıyla, dürüstlükleriyle, faziletleriyle ve şerefleriyle yaşayanlar, onların boşuna ölmediğine inananlar bu madalya sizin! Madalyayı devralın!

Yeniden dirilişin yaşandığı mevsimdir ilkbahar.

Son cemrenin toprağa düşmesiyle topraktan beslenen ve ölüm uykusunda olan tüm canlılar uyanmaya başlar yavaş yavaş.
Heyecan verir yeniden dirilişe şahit olmak, insanın içini kıpır kıpır eder. Kupkuru dallar, kupkuru topraktan can bulabiliyorsa, tabiat yeniden dirilebiliyorsa, insanoğlu da bu doğa harikasından kendine bir pay çıkarıp içindeki kasvetli havadan kurtularak, ilkbaharın gelişi ile yeni umutlara doğru yelken açmak ister.
Bahar mutluluk habercisidir…
Karanlık ve Kasvetli geçen soğuk kış günlerini geride bıraktığımız şu zamanlarda insanların üzerindeki olumsuzluklar, karamsarlıklar, ümitsizlikler… Baharla kendisini gösteren yüreklere çarpan güneşin ışıklarıyla mutluluğa dönüşsün, üzerimize yağan nisan yağmurları ile o gönüllere su serpsin. Bütün olumsuzlukları geride bırakmalarının zamanı geldi. Gelen bahar insanlara ümit olması temenni ediyorum.

14 ŞUBAT SEVGİLİLER GÜNÜ

Sevgililer günü dünyanın farklı yerlerinde farklı isimlerde kutlanılan fakat ortak amaç etrafında birleşilen bir özel gün olma özelliğiyle sıradışılığını farkettiriyor. sevgilimiz ile sevgimizi kutlayacağımız sembolik bir gün olma özelliği taşıyor. Fakat bana öyle geliyor ki, iş bu günü hatırlamakta değil; o heyecanı ve o sevgiyi bir ömür boyu birlikteliğe yayabilmekte ve her günümüzü o sevgi dolu anlar ile geçirebilmekte…

Sevgililer günü demişken, insanı insan yapan duygular arasında yer alan ve sanırım hayatımızın temel taşı diyebileceğimiz sevgiden, aşktan bahsetmeden de olmaz. Küçücük, bir el yumruğu kadar büyülkülte olan kalbimizin sevgi sınırını kavrayabilmekten gerçekten de zordur. Ona bir sürü sevgi sığdırırız. Ama hiçbir zaman tamam artık burda yer kalmadı dediğini duymayız. Düşünseniz kalbinizin her bir köşesi farklı bir sevgi türüyle dolu. Anne sevgisi, kardeş sevgisi, arkadaş sevgisi, okul sevgisi, hayat sevgisi ve en önemlisi hayat eşi sevgisi… Yani sevgilimize duyduğumuz sevgi… Yani sevgililer gününde sevgilimize duyduğumuz sevgiyi unutmamak, kalbimiz hala atıyor iken çok da zor olmasa gerek.
Aşık olmak ve sevgililer gününde kalbinizin hala attığını farkedebilmek gerçekten de tarifi mümkün olmayan bir duygu. Sevgililer gününde kalbinin attığını farketmek isteyen milyonlarca insan varken bunun bir bilimsel açıklaması var mı diyen diğer milyonlarca insanı da duyabilir gibiyim. Bilim adamları aşık olan insanların salgıladıkları özel bir hormounn olduğunu ve sevgiliyi gördüğünde, özel günlerde bu hormonun hat safhada olduğunu söylüyor. Hatta bu hormonun akıl sağlığı yerinde olmayan hastalarda da aynı seviyede olduğu belirtiliyor. Yani dışarda deli olmayı bekleyen milyonlarca insanla karşı karşıyayız.
Öyleyse bu sevgililer gününde kalbinizin attığını farkedebilmek adına ve kalbinizin sevgiliniz için attığını ona hatırlatabilmek adına, sevgilinize bir süpriz yapın….

BİR SİHİR OLSA…

y1ppgg6akxz56zr43y4e_8cb6bgls6tqatzhujrysz8vtb8n0izoypo_7_tpnezch_71
Geçmişimin fotoğraflarını buldum.
Dün gece.
Tozlu raflar arasında… Ellerim tozlandı üzerime sildim.
İyi ya da kötü bir yaşam, hangisi ağır basıyor bilmiyorum.
Öle ya da böle her ikisi de benim hayatımdan bir parça, yaşanmışlarım.
Albümler dolusu resimler. Şimdiki zamandan eski zamanlara doğru bir geçmiş.
İnsan o resimlere baktıkça nereden nerelere geldiğini düşünüyor.
İçimden hey gidi seneler diyorum, ne çabuk geçti.
Resimlere baktıkça insan o günleri yaşıyor yeniden.
Her resme teker teker baktım. Her geçmişimi ziyaret ettim
Hayatım bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünde, daha dün gibi geliyor insana
Yaşlanmışsın be sende serçe, yaş 29 otuza merdiven dayadın.
Bu gecenin büyüsümüdür anlayamadım bana inat sanki
Televizyonda çalan slow bir şarki eskilere ait
Kulaklarım müziğin sesinde, gözlerim resimlerde aklım nerelerde bilemiyorum
Resimlere bakarken gözlerim doluyor, hıçkıra hıçkıra değil
Yavaşça ağlıyorum. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyor.
Bazen üzülüyorum bazen de gülüyorum, isyan edercesine değil ama sitem dolu hayata
Ne günlerim geçmiş iyi ya da kötü bir yaşam.
Sonuçta benim hayatım, ömrüm boyunca yüreğimde gizlenecek.
İçimden eskiye gitmek geliyor keşke o zamanlara dönebileceğim bir sihir olsa…
Çocukluğuma, okul yıllarıma ve gençliğime…

AŞKMI BÜYÜK DOSTLUK MU?

Askerde tanışan iki arkadaş askerlik bittikten sonrada
görüşmeye devam etmişler biri İstanbullu biride
Mardinliymiş. Zamanla arkadaşlıkları büyük bir dostluğa
dönüşmüş ve bir gün İstanbul da kalan adam Mardinli arayıp
Mardin’e tatile geleceğini söylemiş,
Mardinli olanda buna çok sevindiğini söyleyip
onu evine misafir olarak kabul etmiş...
Mardinli İstanbullu arkadaşına Mardin’i gezdirirmiş
bir gün Mardinlinin işleri yoğun olduğundan dolayı İstanbullu
çıkıp tek başına dolaşmış. Akşam eve gelir gelmez
Mardinli arkadaşına bir kıza âşık olduğunu söylemiş
kızda isterse burada evlenmek ve kızı alıp
İstanbul’a gitmek istediğini söylemiş...
Mardinli arkadaşı yardımcı olmuş İstanbul’u
Mardin’ de evlenmiş ve İstanbul’a gitmişler
aradan bir kaç sene geçmiş Mardinli olanın
işleri kötüye gidiyormuş ve direk aklına
İstanbullu zengin DOSTU gelmiş
vurmuş İstanbul’a gitmiş ...!
İstanbullu arkadaşının iş yerinde kapıda
bekleyen görevliye arkadaşının onu
tanıdığını içeri girmek istediğini söylemiş
görevli olan bayan aramış ama o öğle
birini tanımadığını söylemiş çok zor
durumda olduğunu belirtmiş ama
İstanbullu ısrarla öle birini tanımıyorum
demiş... Mardinli perişan bir halde iş yerinin
yakınındaki parka gidip oturmuş...
Kara kara düşünmeye başlamış o kadar
birbirimizi seviyorduk dosttuk hepsi
yalanmıydı… Yanına yaşlı bir adam yaklaşmış
ve derdini sormuş Mardinli hepsini bir bir
anlatmış. Yaşlı adam üzülmemesini zaten yaşlı
olduğundan şirketlerini malını mülkünü
birine bırakmak istediğini söyler ve Mardinliye
verir. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra
Mardinli ve İstanbullu bir ihalede karsı karşıya gelmişler
ihaleyi Mardinli almış tam salondan çıkarken
Mardinli İstanbulluya yıllar önce kapısına gelip
kovulduğunu söylemiş... İstanbulluda ona
o parka o yaşlı adamı yolladığını söylemiş,
sırf gururun incinmesin diye kendi ellerimle
para vermedim demiş... Mardinlide İstanbullunun
gözlerinin içine bakarak demiş ki
"hani Mardin’e gelip gördüğün bir kız vardı âşık oldun
sana orda düğün yaptık işte o kız var ya oda benim sevdiğimdi "
demiş…

HAYATA DAİR

Hayata dair pek çok şey anlatılır yazılır çizilir. Kimi kitaplara sığdıramazken kimi tek bir cümle ile özetleyiverir yaşamı. Kimine göre ince bir çizgi, kimine göre bir sınavdır yaşam. Kimi iki satır şiir karalar kimi resmeder. Kim ne yaparsa yapsın insanın yaşamı kendine özeldir, kendi yaşar içinde tüm güzellikleriyle ya da acısıyla. Sorunlar aşılmayacak gibi gelse de gün gelir bir anı olarak kalır anlatılıp bir tebessümle ifade edilir. Yokluk da zordur lakin bir tattır hayata anlam veren tıpkı varlık gibi…
Hayat öylesine değişken ki bize neler sunacağı belli değil. Kapılıp gidiyoruz onun çizgisinde. İnişli çıkışlı bir yol bir yaşam. Kendime baktığımda o çizgilerin öylesine belirgin olduğunu görebiliyorum. Biraz hüzün biraz da sevinç var. İçimde öyle bir his var ki gelecek günlerin güzel olacağını fısıldıyor bana... Yeniden doğmak ve yeniden sıfırdan başlamak her şeye… Kaybedilen her şeyi unutmak ve üzülmemek… Geriye bakmadan ileriye doğru yürümek, Düşüncesi bile hoş geliyor. Ya ardımdan sürüklediğim sevdiklerim ve onlara güzel bir hayat sunamazsam. İki beden benim gibi umut dolu ve heyecanlı. Ben ise biraz şüpheciyim her zamanki gibi. Şüpheyle bakıyorum… Korkunun etkisi olsa gerek. Keşke o korkuyu geride bırakabilsem. Evet, nice korkular geçirdim. Şimdi gülümseyerek baktığım o kara günlere… Ama şimdi daha yolun başında olduğumu ve önümde aşılacak çok fazla engelim olduğunun farkındayım. Eskisi gibi güçsüz değilim. Sapasağlam ayaktayım ve direniyorum.
Düşünüyorum da, sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmemek... Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi, değişik yönlerimizin açığa çıkarmamak, cesaretsizliğimizin anlaşılması, korkularımızın paylaşılmaması, yani yapmak isteyip de yapamamak yada söylemek isteyip de söyleyememek gibi… Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız... Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında. Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden, istiridyeler, midyeler, Kirpiler ve kaplumbağalar gibi. Sahi koruyor mu bizi bu çatlamamış sert kabuk? Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi? Yoksa zarar mı veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize? Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi? Duygularımızı bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu? Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlaksam. Ne çıkar ateşböceği sansalar beni? Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin o uçucunu, masumluğunu, sevimliğini, çocuksuluğuna el kaldırmaya kıyamaz? Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine. O da çözülecek belki. Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak. Kırılmaktan korkmasak, incinsek, yaralansak Ne olur bir darbe daha alsak. Yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabuğu. Denesek, risk alsak, yanılsak, tekrar tekrar bıkmadan denesek ve kucaklaşsak yeniden ne olduğunu anlayamadan geçiyor seneler.
Birbirimizi ne kadar özlediğimizi, neler biriktirdiğimizi, kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi. Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa. Vakit az, paylaşmak, sarılmak için. Yaşadığımız coğrafya zor, şartları ağır, Yüreği daha fazla küstürmemek lazım. Sırtımızda ağır küfeler ve her gün katlanıyor. Ve koşullar bir türlü düzelmiyor. Sevgiye ve hoşgörüye çok ihtiyacımız var. Ufukta kara bir kış görünüyor. Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri. Kırın o sert, o ağır kabuklarınızı. Kurtulun bu yükten. Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize. Yalnızlığa mahkûm ediyor bizleri…

ZAMANA MEYDAN OKUMAK

İnsanlık bugün sahip olduğu tüm değerlere bilginin paylaşımı ve bilgide güç birliği yapılması anlayışıyla ulaşmıştır.Farklılıklar ve yenilikler, hatta yaratıcılık, bireysel anlamda kişinin kendisini gerçekleştirmesi sürecini diğer insanlarla paylaşması ile sağlanmıştır. Zamana meydan okuyan bu beyinler kimi zaman fiziğin,matematiğin fen in ve varoluşun, kimi zamanda kelimelerin, mısraların, renklerin peşinden koştular. İnsanlara düşünsel ve duygusal birikimleri ile esin kaynağı olmaya çalıştılar. Buldukları denklemleri, duyguları, renkleri, kelimeleri insanlıkla paylaştılar. Bu paylaşım kimi zaman bir mağaranın duvarında, kimi zaman taşlara, kimi zamanda sayfalar dolusu kitaplarda kendisini gösterdi.
Okumak denilince hep aklımıza kitap okumak gelir. Okumak kelimesi kendini en çok kitapların yanına konumlar.Yani kitap eşittir okumak.Oysaki insan doğayı, insanları, maddeyi, diğer canlıları, tarihi, evreni ve kendini okuyabilir. Okumak öğrenmeye çalışmak, anlamaya çalışmak, merak etmek, ilişkilendirmek ve hayal kurmak kavramları ile de yakından ilişkilidir.
Peki bu noktada şu soruyu sormak gerekir. Ne kadar okuyorum?
Eğer bu soruyu neden okumuyorum şeklinde sormak durumunda iseniz, biliniz ki yaşamınız bir rüzgarda rasgele savrulan gemi misali  okyanusunda ilerlemektedir.
Okumaya önem vermeyen kişiler, bir yerde geleceklerini gözardı etmiş olurlar.Okumayan insanlar her konudan şikayet eder hale gelirler, özgüvenleri azalır. Okumaya önem vermeyen insanların hafızaları bilgi anlamında gelişmiş olmadığından, bu insanların çoğunlukta olduğu toplumlarda da toplumsal hafızanın bilgi bakımından gelişmişliğinden bahsetmek çoğu kez mümkün olamamaktadır.Geçmişte yaşanan başarı veya başarısızlıklar çabuk unutulur hale gelir, araştırma olmadığından tarihin tanıklığı iyi bir şekilde gözlemlenip yorumlanamaz, gerçekler sürekli tartışma boyutunda kalır. Bunun sonucunda da kararlar ağırlıklı olarak duygusal seviyede verilir ve kişiseldir. Bu durum kışkırtmaya müsait bir ortamı da doğurur ki, dünya 21. yüzyılda bunun sıkıntılarını çekmektedir.
İnsanların neden okumaya özen göstermediklerini sorguladığımızda ise,
Bir anne ve baba çocuğunu zihin süreçleri anlamında 7 yaşına kadar olan dönemde modeller. Eğer anne ve baba okumuyorsa, çocuğuna bu konuda rol model oluşturmuyorsa, çocuğun ileride okumaya gereken önemi vermesi beklenmemelidir.İnsanlık teknolojinin getirdiği tüm kolaylıkları yaşamına aktarma çabası içerisinde. Bu teknolojik imkanların pek çoğu gerçekten büyük faydalar sağlar mahiyettedir. Televizyon ve bilgisayar aslında bilinçli bir şekilde yapılandırıldığında ve kullanıldığında insanlar için önemli faydalar sağlayabilir. Ancak televizyona gereğinden fazla zaman ayırmak ve onu bilinç düzeyi yetersiz bir zihin anlayışı ile kurgulamak, programları ona göre düzenlemek, kişi ve toplumlar için televizyonu bir zaman hırsızı haline getirir. Zaman hırsızı haline gelmesi durumunda televizyon insanın hayatından okumaya ayıracağı vakti, hayal gücünü ve yaratıcılığını çalar. Yaratıcılık ve hayal gücü çok iç içe geçmiş birbirini destekleyen zihin süreçleridir. Bir radyo piyesi, televizyon dizisinden daha çok hayal kurmayı destekler. Bu durumda radyo piyesinin yaratıcılığa katkısı hayal gücü anlamında öncelikli öneme sahiptir. Televizyona çok zaman ayıran insanlar, çoğu kez okumaya zaman bulamadıklarından şikayet etmektedirler. Okumaya zaman bulamıyorum cümlesi işin aslına bakıldığında genellikle bir kandırmacadır.İnsan merak ettiği müddetçe yaşar. Yaşamak bedensel varoluşdan ziyade, zihinsel varoluşsa eğer, bunun bir diğer ifade şekli de merak etmektir. Merak etmeyen, yaşamını bir meraka adamayan insan ne kadar yaşamış sayılır soru işaretidir. Merak yanlış veya yetersiz modellemeler olması durumunda ailede, eğitimde ve arkadaş çevresinde baskılanır. Merak etmeyen insan okumaz.Yazılı kaynakların fiyatları kişiler için ulaşılabilir olmalıdır. Fiyatların ulaşılamazlığı saptırılan bir bahane olmamalıdır. Örneğin haftada bir gün akşamları dışarı yemek yemeye zaman ve kaynak ayıran bir insan, ya da kendisine kıyafet almaya özen gösteren bir kişi, kitaplara ekonomik gerekçelerle ulaşamamaktan şikayet etmemelidir.
Okuma sevgisini, verimliliğini ve ihtiyacınız arttırmak için neler yapmamız gerekir derseniz, işte size birkaç küçük öneri:
Anne ve babalar okumaya zaman ve kaynak yaratın. Çocuğunuz kitap, gazete ve dergi okunan bir evde büyüsün. Sizi okurken görsün.Evinize her gün mutlaka bir gazete almayı ihmal etmeyin. Gazeteler içerdiği zengin bilgi içeriği ve köşe yazarlarının farklı bakış açıları ile değişiklik insanının gelişimine yardımcı olur.Haftada bir gün en az 30 dakikanızı bir kitapçıyı gezmeye ayırın.İlgi duyduğunuz konuları tespit edin. Kendi merak alanlarınızı tespit edip, o alanda yazılan eserleri takip etmeye özen gösterin. İnternet bu açıdan size zengin seçenekler sunacaktır.Yine merak alanınıza uygun konulardaki dergileri de takip edebilir veya abone olabilirsiniz.Eğitimde okumayı teşvik edecek uygulamalara önem verin. Okuma aktivitelerini çocukların hayal gücünü destekleyecek şekilde tertip edin.Bir konuda farklı görüşlerde en az 3 veya 4 ayrı kitap okumaya çalışın. Sevdiklerinize onlara değer verdiğinizi göstermek için kitap hediye edin.Okuma eylemini daha verimli ve motive bir şekilde gerçekleştirebilmek için, ya kendinize özel bir yer veya ortam hazırlayın, ya da sizi rahatsız etmiyorsa müziğin tamamlayıcı etkisinden yararlanın.Müzeleri gezin, seyahatlerinizde kültür aktivitelerine önem verin.
Unutmayın okumak sadece yazılı metinleri okumak değildir. Okumak aynı zamanda merak etmek, araştırmak ve gözlemlemek anlamına da gelmektedir.

ANEKDOT

Aslında hayatımıza yön verecek o kadar güzel ve çok anekdotlar var ama ne kadarını kendi yaşamımıza uyguluyoruz bilmiyorum. Geçenlerde bir takvim sayfasında okuduğum güzel bir hikayeyi sizlerle paylaşmak istiyorum ne kadar yaşanmışlığı doğrudur bilmiyorum ama bize vermiş olduğu ders bence çok anlamlı. Şöyle yazıyordu.

Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra, Pazar sabahı kalktığında keyifle eline gazetesini aldı ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını hayal ediyordu.
Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman götüreceğini sordu. Baba oğluna söz vermişti; bu hafta sonu oğlunu parka götürecekti, ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu.
Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti.
Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı:
Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim! Dedi.
Sonra düşündü:
Oh be, kurtuldum! En iyi coğrafyacı bile gelse bile bu haritayı yapamaz der.
Aradan on beş dakika geçtikten sonra oğul babasının yanına koşarak geldi.
Babacığım haritayı düzeltim. Artık gidebiliriz parka dedi.
Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde hayretler içerisindeydi ve bunu nasıl yaptığını sordu, çocuk şu ibretlik açıklamayı yaptı:
Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti!...

Ne kadar doğru, o çocuğun ağzından çıkan kelimler.
Vurarak, yıkarak, darbeyle veya siyasi entrikalarla insan ve toplum düzelmez. Daha çok karışır. Her şeyin başı, insanı ve insan dünyasındaki olumsuz ve zararlı düşüncelerden kurtarmak, ona kim ve neci olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini ve gayesini hatırlatmaktır.

Siyaseti pek sevmem ve ilgilenmem. Beni daha çok insanların eğitimi ve karakteristik yapıları ilgilendirir. Bugün insanların en muhtaç oldukları konu siyaset değil, doğruluk, dürüstlük ve hoşgörüdür. Çünkü insan düzelince her şey düzelecektir. İnsanın düzelmesi de siyasetle değil eğitim ve ahlakla mümkündür.

Peki bir toplumun düzelmesi insanın yetişmesine ve düzelmesine bağlı ise, bir insan ancak otuz yılda yetişir eğitimini alır ve olgunlaşır. Bir toplumu düzeltmek için otuz yıl beklemek sanırım zor olsa gerek. Toplumu yönetenlerin değiştirilmesi ve daha ehil insanların getirilmesi daha kısa bir yol olur bence.

Toplumun huzuru ve saadeti için ortaya çıkıp, acelecilik ve yanlış metotları yüzünden toplumun ne kadar sıkıntılar çektiğini, yüzlerce örneklerini biliyoruz.
İnsanlar ıslah edilince, toplum da devlet de ve onu yönetenler de ıslah edilmiş olacaklardır. Bu uzun yolu, sabırla takip etmek lazım…

KARTALLARIN YAŞAM HİKÂYESİ

avlanan20kartal20resimleri12

Kartallar, neredeyse yetmiş yıla yakın bir ömür olan canlılardır. Biz onu hep gökyüzünde gururla uçuşuyla, tek başına, korkusuzca yaşabilmesiyle ve o muhteşem kanatları, keskin gagası ve neredeyse bir kuzuyu bile kavrayıp kaldırabilen pençeleriyle biliriz. Meğer insanlara ibret olabilecek, muazzam bir varoluş savaşı varmış kartalların. Evet, yetmişine kadar yaşarmış ama bu yaşa ulaşmak için kırk yaşındayken çok ciddi ve zor bir kararı vermek zorunda kalırmış. Kartalın yaşı kırka dayandığında pençeleri sertleşir, esnekliğini yitirir ve bu nedenle beslenmesini sağlayan avlarını kavrayıp tutamaz duruma gelirmiş. Gagası uzunlaşıp göğsüne doğru kıvrılır, kanatları yaşlanıp ağırlaşır ve tüyleri kartlaşıp kalınlaşırmış. Bu durumda kartalın hem uçması hem de avlanması imkânsız hale gelirmiş. İşte, hikâyenin önemli kısmı bundan sonra başlıyor. Artık kartalın iki seçimden birisini yapması gerekir. Ya ölümü seçecektir ya da yeniden doğuşun acılı ve zorlu sürecini... Bu yeniden doğuş süreci yüz elli gün kadar sürecektir. Bu yönde karar verirse, kartal bir dağın tepesine uçar ve orada bir kayanın kovuğunda, artık uçmasına gerek olmayan bir yerde, yani yeni yuvasında kalır. Bu uygun yeri bulduktan sonra kartal gagasını sert bir şekilde kayaya vurmaya başlar. En sonunda kartalın gagası yerinden sökülür ve düşer. Kartal bir süre yeni gagasının çıkmasını bekler. Gagası çıktıktan sonra bu yeni gagayla pençelerini yerinden söker, çıkarır. Yeni pençeleri çıkınca kartal bu kez eski kartlaşmış tüylerini yolmaya başlar. Beş ay sonra kartal, kendisine yirmi veya daha uzun süreli bir yaşam bağışlayan meşhur "yeniden Doğuş" uçuşunu yapmaya hazır duruma gelir.
Kendi yaşantımızda sık sık yeniden doğuş süreçleri yaşarız, yaşamak zorunda da kalabiliriz bize acı veren eski alışkanlıklarımızdan, geleneklerimizden ve anılarımızdan kurtulmak zorundayız. Zordur alışkanlıklardan vazgeçmek kimi bağımlılık haline gelmiş, esiri olmuş duygularımızdan kurtulmak. Sonumuzu hazırlasalar bile, cesaret gösterip bunlardan kurtulmayı göze alamayız nedense... Oysa ki Allah`ın kudretinin en büyük kanıtı kâinattır. Allah`ın kudreti sınırsızdır.